Cumartesi, Kasım 26, 2011

Dersim Katiliami ve Suriye operasyonu

Arap Aleviler Dersim katliamı hakkında ne yazık ki çok az şey biliyorlar. Maalesef resmi söylemin haricinde Dersim Alevilerinin başlarına gelenlerden büyük oranda bi-haberiz. Ama tabi ki hikaye bizlere de hiç yabancı gelmiyor. Ve Dersimlilerin çektiği acılari ogrendikce bizim de yüreklerimiz dağlanıyor. Ali'yi candan sevenlerin çektikleri acılar, verdigi canlar yüzyıllar geçse de bitmiyor.

Hükümetin attığı adım tarihle yüzleşmek açısından gerçekten önemli. Şu anda bile iktidar Aleviler'den büyük oranda artı puan almış durumda. Muhalefetin bu konudaki tutumu ise oldukça düşündürücü ve acikli.

Bunların dışında Dersim katliamı ile ilgili açıklamaların zamanlası ise dikkat çekici. Bu hükümetin Suriye'ye girişiceği operasyon öncesi zeminini oluşturmaya çalıştığı psikolojik ortama dair bir hamle.

Suriye operasyonuna Türkiye'de en büyük muhalefeti CHP ve Aleviler sergiliyor. Ve olası bir operasyon öncesi bu savas muhalefetinin sesinin kistirilmasi gerekiyor. Evvela CHP'ye karşı büyük bir darbe olarak tasarlanan Dersim Özür hamlesi, CHP'nin Suriye konusunda kolunu buyuk olcude sıkıştıracak. Aynı şekilde, Aleviler'i de çok büyük oranda nötralize etme, onların muhalefetinin önüne geçmek konusunda da atılmış bir hamle. İktidarın Suriye operasyonu ile birlikte girişeceği söylem şimdiden belli " Bakın biz Alevilere karşı değiliz, biz mazlumların ezilmesine karşıyız, biz Suriye'deki Alevilere karşı bir operasyona girişmiyoruz, biz din mazlumlarının sesine kulak veriyoruz."

Umuyoruz ki İktidarın bu hesapları, Türkiye'deki tüm Alevileri daha akıllı ve birlikte adımlar atmaya iter, sırtımızı ovazlayıp, ağzımızdaki lokmaları almazlar...

Şu bir gerçek ki Türkiye'deki iktidar, Sünni Siyasal İslamın bölgedeki egemenliği için her türlü pragmatik hamleyi atmaya razı. Belki bir anlamda paralı askerlik jesti de savaş karşıtı sesleri susturmak adına, farklı bir rüşvet stratejisi olarak düşünülebilir.

Pazar, Ağustos 14, 2011

Teravih ve Diyanet

Diyanet Başkanlığı Teravih ile alakalı bir açıklama yapmış. (Metni okumak için tıklayabilirsiniz) Açıklamadan evvel bazı ilahiyatçıların konu ile ilgili bir tartışmaları vardı. Genel olarak söylenen, sonradan Teravih adı verilen gece namazı, Sünni hadis kitaplarına göre, Peygamberimiz tarafından sadece ramazanda değil her gece kılınıyodu. Bunun cemaat ile kılınması adet olmaya başlayınca Peygamber, evlerinize gidip evinizde bu namazı kılın demiş.

Buhari'nin Sahih adlı kitabında bu şöyle aktarılmış:

"Âişe yeğeni Urve'ye şöyle haber vermiştir: Rasûlul­lah bir gece, gecenin ortasında çıktı da mescıdde namaz kıldı. Bir takım insanlar da O'nun namazına uyup beraberinde namaz kıldı­lar. Sabah olunca insanlar geceleyin Peygamber'in mescidde namaz kıldırdığını konuştular.Bu haber yayılınca ertesi gece, birinci gecekiler-den daha çok insan toplandı ve Peygamber'in beraberinde namaz kıl­dılar. Sabah olunca insanlar bunu yine aralarında konuşup yaydılar. Üçüncü gecede mescid halkı iyice çok oldu. Rasûlullah yine çıkıp na­maz kıldı; insanlar da O'nun namazına uyup namaz kıldılar. Dör­düncü gece olunca mescid, toplanan insanları almaktan âciz oldu.

(Rasûlullah o gece namaza çıkmadı.) Nihayet sabah namazım kıldır­mak için çıktı. Sabah namazını kıldırınca yüzünü cemâate karşı yö­neltti ve hutbe başlangıcı olarak şehâdet kelimelerini söyledi, sonra "Amma ba'du" hitâb faslı ile başladığı hutbesinde bu gece namazı­na çıkmamasının gerekçesini şöyle açıkladı: "Şu muhakkak ki, sizin mescidde toplanmanız bana gizli olmamıştır. Şu kadar ki gece na­mazı üzerinize farz kılınır da sonra onun edasından âciz kalırsınız diye korktum" buyurdu.

ez-Zuhrî [Urve'nin ogrencilerinden bir ravi]: Nihayet Rasûlullah vefat etti. Ramazân namazı işi, ev­lerde kılınmak üzere devam edip durdu, dedi."


Burada sözü geçen namaz teravih namazı değil. Daha sonra teravih ile alakalı bir polemik ortaya çıktığında, peygamberin esasında bu namazı kendi kıldığına dair bir delil olarak sunuluyor. Esasında Diyanet'in açıklamasında ifade edildiği gibi kıyam ül-leyl -- yani gece namazı, Peygamber'in kılıp da sonradan cemaatla kılınmasının yasaklandığına dair delil getirilen.

Buhari Sahih'inde (Melikb. Enes'in Muvattası'ndan alınmış) bir de şu nakil var.

Mâlik, Zuhri'den; o da Urve ibnu'z-Zubeyr'den; o da Abdurrahmân ibn Abdin el-Kaarî'den rivayet etti. Abdurrahman şöyle dedi: Bir ramazân gecesi Omer ibnu'l-Hattâb'ın beraberinde mescide çıktım. Bir de baktık ki, insanlar yalnız ve dağı­nık topluluklar hâlinde terâvîh namazı kılmaktalar. Kimisi kendi ba­şına yalnızca namaz kılıyor, kimisi de namaz kılıyor ve bunun namazına bir kısım insanlar uyup namaz kılıyordu.

Omer: Ben zannediyorum ki, bu dağınık olarak namaz kılan in­sanları bir tek okuyucu imâmın arkasında toplarsam daha faziletli olacak, dedi. Sonra buna kat'î olarak karar verdi. Ve akabinde (er­tesi günü, hicretin .14. senesi içinde) o insanları Ubeyy ibn Ka'b'ın (terâvîh imamlığı) arkasında topladı (Böylece terâvîh namazı cemâ­atle kılınmağa başlandı). Sonra diğer bir gece yine Omer'in berabe­rinde mescide çıktım. İnsanlar okuyucu imamlarının namazına uyup namaz kılıyorlardı. Omer bu manzarayı görünce: "Ni'me'l-bid'atu hâzihi (= Şu terâvâhin böyle cemâatle kılınması ne güzel âdet oldu)" diye sevincini belirtti ve: "Fakat bu namazlarını gecenin sonuna bı­rakıp da bu namazdan sonra uyuyanlar, şimdi namaz kılanlardan daha faziletlidirler" sözünü de ilâve etti. Omer, terâvîhi gecenin sonunda kılmayı kasdediyor. İnsanlar ise terâvîhi gecenin evvelinde kılmakta idiler.


Yine aynı ravilerden (Zuhri - Ürve'den) gelen bu rivayet açık bir şekilde Teravih namazının topluca kılınmasının Ömer'in sünneti olduğunu ortaya koyuyor. Diyanet'in açıklamasında şöyle problemler var. Evvela teravih namazı yoktur demeyi bir fitnecilik olarak addetmesi. Afrika'ya yardım için seferber olmuş bir toplum, aziz milletimiz gibi tabirler ile süslenmiş bir yazıda teravih namazını yasaklama suçunu (madde 9) Fatimiler'in üzerine atıyor, 'bu mezhepsel, ideolojik bir yaklaşımdı' diyorlar, sanki Sünnilik mezhep değilmiş de hakikatin ta kendisiymiş, Şia ve farklı kollarının tek fonksiyonu da İslam tarihi boyunca böyle fitnelere çıkarmakmış gibi...

İkinci olarak Ömer'in sünnetini Peygamber'in sünneti ile özdeşleştirme çabası. İlk iki-üç yüzyılda yaşamış Sünni alimler (Malik b. Enes örneğin) sahabenin ve halifelerin sünneti ile Peygamber sünneti arasındaki bu ayrımı çizebilmişken bile, bugün 1400 yıllık Sünni geleneğinin değiştirdiği kabuklar ve dönüşümleri anlayamama özürünü belgeliyor Diyanet bu yazılarıyla.

Aleviler (Arap Aleviler ve Oniki imamcı diğer tüm Aleviler) ve Şia bu ayrımın farkında olarak bu tezatı zaman zaman dile getirirler, ve bu iki sünnet arasındaki farka işaret ederler. Pek çok ramazanda bu konuşulur.

Diyanet "bugunku teravih namazlari Ömer'in sünnetidir, biz de gelenek olduğu üzere, ve de ramazanın zaman icerisinde kazanmış olduğu bu hüviyet üzere Teravih namazının topluca kılınmasında bir sakınca görmüyoruz" diyebilirdi.

Teravih namazına karşı çıkanları fitnecilik ile suçlamayabilirdi, mevcut uygulamayı Peygamber'in hak sünnetinin altında saklamaya çalışmayabilirdi... İnsanlar yine namazlarını kılarlar ama hiç olmazsa mevcut gerçeklikle barışık olarak, bunun arkasında bir komplo aramayarak. Netice de namaz kılmanın elbette bir günahı yok :) ama Peygamber'e ait olmayan bir eylemi ona atfetmekte var...

Vel-hasil-i kelam, ramazani, namazi/namazlari, dini ve inanclari polemiklestirmeden, hakiki muhabbetle kılınan tüm namazları inşallah Allah kabul etsin diyoruz, bunu temenni ediyoruz...


Salı, Ağustos 09, 2011

Barış melekleri: Angelina ve Davutoğlu


Ve barış meleği Angelina bizim topraklara geldi. Sansasyon oldu: New York'tan Tokyo'ya Lüksemburg'tan Kongo'ya bütün dünyanın dikkati bir anda Antakya'ya çevrildi. Mülteci krizine, Suriye`den kaçan insanların dramına çevrildi gözler. Ama Angelina'nın gelişi ile ilgili pek kritik yazılar yazılmadı. Vatan Gazetesi'nden Müge İplikçi bu konuyu ele aldı, bir de Yenişafak'tan Fatma Barbarasoğlu.
Bağlantı
İki yazıda da kritik bir gözlük takarak aynı şeyi dile getirdiler. Angelina'nın gelişi bir "Amerikan" pazarlama stratejisiyidi, mevcut durumu kendi kurguladığı çerçevenin içinde paketleyen bir pazarlamataktigi. Ve tabi ki hiçbir yazı Türkiye'nin bu paketleme stratejisindeki rolünden ve katkısından bahsetmedi...

Bu paketleme hamlesinden daha önemli olan ve kimsenin dile getirmediği önemli bir noktada daha vardı elbet. O da, Türkiye'nin genel olarak mülteci krizinin büyümesindeki heveskarlığı ve davetkarlığı... Türkiye kendi sınırında mülteci krizi büyüdükçe, bölgedeki cömert-hayırsever delikanlı imajını büyütmek için elinden geleni yaptı, ve dramayı arttırabildiği kadar arttırdı... (Mesela bakiniz Hukumet kanadindan bir kurumun TOKI reklami gibi alli-balli haberine) Çünkü ortaya çıkan mülteci krizi mevcut hükümetin elini güçlendiriyordu, Suriye krizinde, Türkiye'yi sorunun bir numaralı muhatabı, sorunun bilfiil mağduru yapıyordu, en azından Türkiye`ye bu mağdur elbisesini muntazam bir şekilde giydiriyordu. Angelina'nın gelişi, Türkiye'nin hevesle soyunduğu bu gösteriye etkili bir "mercek" görevi gördü, Angelina`nın gelişi DIşişleri Bakanlığının bir hayli yüzünü güldürdü.

Bu imaj yönetiminde, Türkiye'nin de artık gösterinin bir parçası olduğunu kimse görmedi, söylemedi, durumu görüp de biraz olanlar, bir garabet hissetenler ise gömleği yanlış adres Amerika'ya giydirdi.

Hiçkimse Clinton ile Davutoğlu arasındaki tüm görüşmelerde sürekli altı çizilen, anahtar kelime olarak defalarca dile getirilen stratejik "model ortaklık"tan bahsetmedi (bkz. en son 16 Temmuz 2011), bu ne demek demedi, nasıl oluyor, nasıl uygulanıyor diye düşünmedi...

Türkiye`nin son yıllarda İran-Suriye ittifakı ekseninde dans ediyordu ve bu dans artık sona erdi. Amerika'ya karşı verilen gözdağı tuttu, model ortaklık çerçevesinde Türkiye artık çok daha büyük dansların hülyasına kavuştu. Müslüman dünyayla kurulan dayanışma (son iki yılda sürekli dile getirilen İran ve Suriyeyle sorunsuz komşuluk ilişkileri) bir anda kendini yeni bir söyleme gark etmeye başladı. Ezilen Sünni Çoğunluğun haklari ve bu hakların gerçekhamisi olan büyük Abi Türkiye! Yeri geldiğıi zaman Müslüman, yeri geldiği zaman Sünni olmayı seçen bir söylemle, dış politikadaki kaygan zeminde kıvrak kalça hareketleri ile saf değiştiren Türkiye Dış politikası, mülteci krizinden elde ettiği meyvelerini toplamak için bugün Şam'daydı. Ne de olsa sınırlarımıza yığılan mülteciler artık bizim iç meselemizdi...

Ve Angelina'nın Antakya ziyaretinin bir ay sonrasında Davutoğlu'nun barış elçisi vazifesiyle ikame ettiği ziyaret esasen iade-i ziyaret hüviyetindeydi . Amerika`ya iade edilen...

Hal Böyleyken, mezhep farklılıklarının sınırlarını kalın kalın çizmeye başlayan, Suriye'deki hükümeti mezhep gerekçelerinden ötürü daha dün Müslüman kardeşiyken bir anda "Şia tehditi" olan bir çerçeveye mahkum eden yazılar arttı. (Bknz. Bülent Kenes: Suriye'de yaşanan katliamlarda İran'ın rolü/Semih İdiz: İran konusunda Gözler açılıyor) Nuray Mert'in bugünki yazısı durumu çok güzel özetliyor.

Velhasıl, Suudi Arabistan'a sıra ne zaman gelecek merakla bekliyoruz. Bakalım o zaman dış politika hangi göbek danslarını atmaya başlayacak. Sünni söylemin alternatifi, Mevlanacı söylem mi olacak acaba, Vahhabi İslam'ini yerden yere vuran, bu kez tasavvuftan dem vuran....

Siyaset adamları hangi taklaları atarlarsa atsınlar, ister önce kardeşlikten, sonra müslümanın dik duruşundan, daha sonra Şii tehditinden dem vursunlar, biz bir amcamıza, derviş yürekli bir şeyhimize sorduk. "Ya 'ammi bu Suriye'de dökülen kanlar, bu öldürülen insanlara yapılanlar günah mıdır değil midir". "Ye-bni, oğlum" dedi, "iy-wallah günahtır, hem de çok günahtır."
Kanın durmasını istiyor ve, yurekten temenni ediyoruz. Ama görünen o ki, kan dursun diyen aktörler, çok başka hesapların peşinde koşuyorlar, ve ellerindeki tuttukları barış oklarını baska canlar yakmak icin doğrultuyorlar ...

Cuma, Temmuz 22, 2011

Suriye'de Sünni Müslüman Demokrasi !


Geçenlerde Suriye'den politik nedenler ile kaçmış, yaklaşık 30 yıldır ülkesine dönememiş bir siyasi mültecinin konuşmaları dikkatimi çekti. Önce yapılan işkence ve zulümlerden, çektiği açılardan bahsetti. Sonra %15'lük bir azınlığın, Alevilerin, geri kalan nüfusa tahakkümünden dem vurdu, sonra da "Demokrasi istiyoruz" dedi ve ekledi "Sünni Müslüman bir Demokrasi, herkese hakkını veren!"

Demokrasi kavramının Ortadoğu'da artık manasını yitirip yeni manalar kazanmaya başladığını görüyoruz. Başına Müslüman ve Sünni gibi sıfatları almaktan hiç çekinmeyen, yarım yüzyıldır kafaları karıştıran "İslam ve Demokrasi?" sorusunu çoktan geride bırakmış, demokrasiyi tek bir kimliğin (Sünniliğin) aidiyetine mahsus kılabilen yepyeni bir demokrasi tanımı. Gücün bireyler bazında eşit dağıldığı, el değiştirebildiği, bireylerin haklarının ön planda olduğu, azınlıkların korunduğu bir demokrasi yerine, iktidarın bir dinin grubun sayısal çoğunluğuna hapsedilebileceği bir demokrasi... Bireysel eşitlik, bireysel düşünce özgürlüğü ve bireysel haklar yerine; toplumsal kimlikler (mezhep, etnik yapı) üzerinden hakların alt gruplara yukarıdan inayet şeklinde dağıtılabileceği bir demokrasi, Sünni Müslüman bir Demokrasi! İleri Demokrasi!

Son dönemin sihirli kelimesi "Demokrasi" içinde güzel anlamların tümünü içeren, "nihai iyi"yi görüntüde temsil eden, ama gerçek anlamının artık çoktan uçup gittiği günümüzün anahtar sözcüğü. Birinci Dünya savaşından sonra kurulan devletler Cumhuriyet olmuştu. Simdilerde Arap dünyası Suriye/Mısır/Ürdün vs Arap Cumhuriyeti olan isimlerini Suriye Demokratik Müslüman Arap Cumhuriyeti gibi yeni isimlerle süslemeye çalışıyor.

İsmi seçmesi bedava, nasılsa esas amaç sistemin değişmesi değil gücün el değiştirmesi. Demokrasi söylemi ile yola çıkılan isyanlarda, maalesef Demokrasi lafzı altında artık bu hareketler bambaşka yollara girmeye başladı bile. Demokrasiyi yürekten kalpten destekleyen ve isteyenler ise bir tuhaflık hissediyorlar, ortaya çıkan manzarada hangi tarafta duracaklarını şaşırıyorlar. Maalesef Ortadoğu, süregelen iktidar güç mücadelesindeki olağan reflekslerini hiç değiştirmeden kendine yeni isimler bularak etnik/mezhepsel çatışma şiddetini giderek arttırıyor.

Perşembe, Haziran 02, 2011

Suriye ve Demokrasi : Aleviler Sünnileri eziyorlar mi?

Suriye'deki olaylar tırmanmaya devam ettikçe, Arap Aleviler hakkındaki ithamlar ve yanlış algılar giderek artıyor. Geçenlerde Sünni itikatten, dini vecibelerini titizlikle eda eden bir tanıdığım Suriye'deki olaylar ile ilgili şöyle bir yorumda bulundu:

"Bu Arap devriminin Suriye'ye sıçramasını hiç istemiyordum. Suriye'deki durum çok farklı, orada Aleviler var, ve çok kan dökecekler, çok kan dökülecek..."

Gayri ihtiyari, belki çok düşünülmeden söylenmiş, kafadaki önyargılarla beslenen bu tesbitin esasında oldukça isabetsiz bir okuma olduğunu izah ettim. Evvela, bugünlerde yapılan en büyük yalnış, olan olayları bir Alevi-Sünni kavgası olarak okumak, mevcut çatışmayı, dinsel/etnik bir bazda ele alıp açıklamaya çalışmak. Suriye'deki otoriter rejimin ve bu rejime karşı bir takım taleplerle sokağa dökülen insanların Mısır'daki, Tunus'taki, Libya'daki, Yemen'deki, Irak'taki (vb...) askeri yönetimlerin otoriter yapılarından bir farkı yok. 1960'lardaki soğuk savaş döneminde bölgede (Türkiye'de de buna örnekler gösterilebilir) gücü ele geçiren ve bütün elde edilen gücü tek elde devşiren yönetimler ortaya çıktı. Gücün tek elde toplanması, o dönemin Rusya-Amerika çekişmesinde aktör sayısını azalttığından ve dolayısıyla, dışardan bölgenin kontrolünü kolaylaştırdığından, o dönemde halkların taleplerine hiç kulak asılmaksızın, bölgede totaliter rejimler giderek güçlendiler, ve neredeyse yarım asır boyunca bu güç ve egemenliği korumayı başardılar.

Suriye'de ortaya çıkan rejim bir Alevi hareketi değildi. Baştaki yönetim aynen Irak'ta olduğu gibi Baasçı ideolojin ortaya çıkardığı bir güçtü. Her otoriter iktidarda olduğu gibi Suriye'de kısıtlı küçük bir zümreye sırtını dayayan askeri yönetim, hiç bir zaman Aleviliği yayma, bunu devlet dini ve ideolojisi haline getirme gibi bir girişimde olmadı. Tam tersine, Suriye, belki Türkiye'den de daha başarılı bir şekilde laikliği ön plana alan, insanları (üniversite öğrencilerini vs.) sadece Baas partisine üyeliğe zorla teşvik eden bir sistem ortaya koydu. Hiç kimsenin dinine karışmadı, kimseye dini yüzünden baskı yapmadı, kimsenin de dini bir ideoloji olarak rejime karşı politik bir yapıya büründürmesine izin vermedi.

Ama rejim şunu yaptı. İnsanlara inanç özgürlüğü sağlamasına karşın, düşünce ve fikir özgürlüğü sağlamadı. Siyasal temsil gibi siyasal alana dair haklara açık kapı bırakmadı. Ekonomik özgürlükler konusunda sadece rejime yakın çevrelere bazı imkanlar sağladı, farklı ekonomik grupların ortaya çıkmasına şans vermedi. Eğitim konusunda da nispeten fırsat eşitliğine benzer bir durum ortaya koysa da, insanların tamamen özgürce bir eğitim alıp, farklı imkan ve olanaklar kazanması için eşitlikçi bir ortam yaratmadı.

Bunların neticesinde, rejime yakın çevreler, çoğu da akrabalık ve kan-bağı ilişkisinden ötürü (aynen Libya'daki Mısır'daki ve Irak'ta olduğu gibi) bazı imtiyazlar, ayrıcalıklar kazandılar, ve toplumda etnik(Kürtler) ve dini grupların (Hristiyanlar, Sünniler, Dürziler, Aleviler vs) dışında farklı gruplar ortaya çıkmadı. Yani bugün Suriye'de oluşan sosyal ve ekonomik sınıflar, ticaret, ekonomi ve eğitim alanlarındafirsat eşitliğine sahip olmadıklarından, oluşan sosyo-ekonomik yapıdaki mevcut gruplar mezhepler ve etnik unsurların tamamen üzerinde bir hüviyet ve karakter kazanamadılar.

Yani bir alt sınıf, orta sınıf, üst sınıf, farklı meslek gruplarının oluşturabildiği farklı siyasi perspektiflerin oluşması yerine, yönetici sınıf ve yönetilen sınıf şeklinde bir ayrım ortaya çıktı. Bunun haricinde de yegane hürriyet olan din hürriyeti sayesinde mezhepsel farklılıklar mevcudiyetlerini korudular, ve hatta mezhepsel kimliklerini giderek kalınlaştırdılar.

Gelinen noktada Alevilerin Sünnileri ezmesi lafzi, tamamen kafalara yersleşmiş bir takım önyargıların kelimelerle vücut buluyor olmasından başka bir şey değil. Bugün acaba Suriye'deki Sünniler Aleviler ve Alevilik hakkında neler biliyorlar? Söylendiği gibi 40 yıldır iktidarda olan bir mezhep ve inanç hakkında nasıl oluyorda bir takım kulaktan dolma bilgiler haricinde başka bir şey bilmiyorlar? Nasıl oluyordu da Suriye'ye gittiğiniz zaman başı örtülü bir kadın ile, başı açık bir kadın yan yana güzelce vakit geçiryorlardı , ve başörtüsü hiç kimse için bir sorun problem olmuyordu? Bugün hala varlığını inancını hala koruyan, inancından hiç bir şey kaybetmiş olan Sünni itikatten insanlar, nasıl oluyor da 40 yıldır kendilerini (dini ve inanç bakımından) ezen bir iktidara karşı yek-vücut olabiliyor?

Cevabı çok basit. Suriye'de din hiç bir zaman bir problem olarak görülmedi, ve bastırılmadı. Bugün de gelinen tabloda, toplumun tek bastırılmayan öğesi olan din sanki rejimin hedef aldığı bir yapıymış gibi ortaya koyuluyor. Bunun tersine, toplumda kurumsal kimliğini kaybetmeyen/kaybettirilmeyen unsur din olduğundan bugün kendi ayakları üzerinde rejimin karsinsina çıkabiliyor.

Peki demokrasiye giden yol nasıl? Türkiye'de oldukça yabanve yavan bir şekilde son dönemde tarif edilmeye çalışılan demokrasi, sayısal çoğunluğun egemenliği mi anlamına geliyor, yoksa sayısal azınlığın da haklarını gözetmek olarak mı anlamak gerekiyor. Suriye'de halkın yüzde 70'i Sünni Müslüman, o zaman onlar iktidarda olması gerekir, nasıl bir demokrasi mantığıdır?

Suriye'de etnik/mezhepsel ayrışmanın haricinde, siyasi oluşumlar, ekonomik sınıflar, meslek grupları, farklı siyasal bakış açıları ve perspektifleri olmadığı için, ve bu oluşumlar zayıflatılmış olduğundan, demokratik yönetim anlayışının önünde çok ciddi yapısal sorunlar var. Saydığım bu unsurlar oluşmadan tam demokratik bir düzene geçmek neredeyse imkansız. Siz gidip oy atarken, tamamen etnik ve mezhepsel refleksler ile hareket ettiğiniz vakit, çocuğunuzun eğitimiz, mesleğiniz, vergi, çevre, sağlık vb. konular hakkındaki politikalardadaki görüş farklılıkları yerine Sünni/Alevi/Hristiyan/Kürt perspektifinde oy attığınız vakit, demokrasi istemiyorsunuzdur, sadece iktidarı ve gücü, dolayısıyla elde edeceğiniz ayrıcalıkları ve imtiyazları istiyorsunuzdur, eşitlik istemiyorsunuzdur.

Suriye çok zor bir süreçte, insanlar bunu etnik ve mezhepsel bir ayrışma ve çatışma olarak gördükçe (örnek olarak bakınız Ortadoğu Uzmanı vasfıyla yazılar kaleme alan Cengiz Çandar'ın yazılarına), demokrasiyi bir söylemden öte anlamıyorsunuz demektir, ve çözümü de etnik ve mezhepsel ayrışma ve çatışma olarak görüyorsunuz demektir.

Kaba bir örnekle, bir eti alıp, kıymadan iyice yoğurmadan, ondan güzel bir lezzet, güzel bir kebap elde edemezsiniz. Eti olduğu gibi ateşin üzerine koyup, ateşi arttırdıkça, et pişmeyecek, dışı yanacak, içi de kanlanacaktır. Suriye'nin şu an ihtiyacı olan etnik ve mezhepsel ayrışma değil, ticarette, eğitimde, seyahatte, siyasal temsilde (vb. temel anayasal insan haklari konularindan) gercek bir fırsat eşitliğidir, ve bunların neticesinde oluşacak din ve mezhepler üstü bir toplumsal yapıdır. Bunlar oluşmadan, kim size Suriye'de Demokrasi söylemi atıyorsa, bilin ki düpedüz yalan atiyordur, dini sayısal çoğunluğun hakimiyetinin hülyalarının peşinde koşuyordur...

Cumartesi, Mayıs 07, 2011

8 Mayıs Dünya Talasemi Günü


Talasemi Dayanışma Derneği Hatay Şubesi (TADAD) ile Hatay İl Sağlık Müdürlüğü görevlileri, talasemi günü nedeni ile bir dizi etkinlikler yapmaya başladılar. 7 Nisan 2011 tarihinde Hatay İl Sağlık Müdürlüğü toplantı salonunda tanıtımı yapılan proje çerçevesinde bugüne kadar yaklaşık 60 çift taşıyıcı aile gezilmiş olup, projede aktif olarak çalışan sağlık personelleri tarafından birebir eğitimler verilerek doğum öncesi erken tanı, genetik danışmanlık çocuk doğurma, hamilelik ile ilgili eğitimler verildi, ve hastalığın önlenebilirlik boyutu anlatıldı.

http://www.antakyagazetesi.com/News2.asp?NewsID=32867
http://www.gapha.com.tr/haberdetay/1936/hatay%E2%80%98da-talasemi-hastaligi-hakkinda-bilgi-verdiler.asp

Talasemi Federasyonu websitesi:
http://talasemifederasyonu.com.tr/

Perşembe, Mayıs 05, 2011

Cengiz Çandar'ın Suriye Analizi Üzerine


II'nci Suriye Muhaberat Cumhuriyeti

Geçtiğimiz günlerde Cengiz Çandar Radikal'de Suriye'deki yönetimin yapısal özellikleriyle ilgili bir yazı kaleme aldı. Yaptığı analiz içerisinde Arap Alevi kelimesini (kendisi Nusayri-Alevi demeği tercih etmiş) toplam 10 kere, mezhep/mezhepdaş kelimesini 3 defa telaffuz ediyor. Analizinin temel tabanını, Suriye'deki demokratik yapının önündeki en büyük engelin istihabarat teşkilatının sistemdeki aşırı gücü, ve bu gücün de doğrudan Alevi mezhebi üzerine kurulu olması argümanı oluşturuyor.

Bu analiz peki niçin, Tunus, Mısır, Libya, Fas, Yemen, Bahreyn, Suudi Krallığı, Ürdün ve diğer tüm Arap coğrafyasındaki diktatörlükleri açıklarken yine mezhep tabanlı bir analiz olarak karşımıza çıkmıyor? Ortadoğu'daki diktatörlükler ve otokratik rejimler, güçlerini 1960'larda belirgin bir şekilde ortaya çıkmış askeri yönetimlerden (farklı şekillerde yansımaları Türkiye'de de görüldü) ve bu yönetimlerin soğuk savaş konjektüründe kazanmış oldukları dış desteklerden aldılar. Fakat artık 1960'ların uluslarası paradigması Ortadoğu coğrafyasında geçerliliğini yitirmiş durumda. Bu yüzden kısa vadede önümüzdeki 50 yılı şekillendirecek değişmelere tanık olacağız.

Cengiz Çandar'ın analizi, tüm bu değişkenleri bir kenara bırakıp mevcut siyasal tabloyu oldukça ucuz ve derinlikten tamamen yoksun bir şekilde, tek bir faktörle açıklamak istemekte, tüm yapısal tıkanıklığı bir tek mezhep faktörüne indirgemekte, ve Alevileri adeta günah keçisi olarak hedef tahtası haline getirmekte. Amerika'nın Irak'ta demokrasi adına sınırlarını mezhep ve etnik ayrıma dönük çizdiği siyasi haritanın bölgenin siyasi kültürüne neler kazandırdığını gördük... Cengiz Çandar'dan bölgeyi iyi tanıyan bir gazeteci olarak demokratik resmi ön plana çıkaran, demokrasinin dinamiklerini tüm halkların ufkunu açacak daha sağlıklı reçetelerle kaleme almasını bekliyoruz.

Perşembe, Nisan 28, 2011

Suriye'deki olaylar ve Türkiye'deki Arap Aleviler

Suriye’deki yaşanan olaylara bağlı olarak son günlerde Arap Aleviler hakkında yazılan çizilenler, konuşulanlar giderek artıyor. Suriye’deki mevcut yönetimin bir azınlık yönetimi, hatta bir azınlık diktası olduğu yönündeki ifadeler çoklukla göze çarpıyor. Suriye’deki iktidarın baskıcı rejimi ve anti-demokratik uygulamaları yadsınamaz. 1960’ların 1970’lerin politik konjektüründe Ortadoğu’da ve dünyada ortaya çıkmış tüm askeri yönetimler gibi Suriye de askeri güce dayalı bir baskı rejimi. Ancak bu rejimin ortaya çıkışının altında azınlık bir grubun güç mücadelesi veya iktidarı ele geçirmesinden çok, Baasçı ideolojinin Ortadoğu’da 1960’lardaki muzaffer egemenliği yatıyor. Dünyadaki siyasi ve sosyal gelişmelere kapısını kapatan, yeni jenerasyonun taleplerine kulak tıkayan tüm siyasi sistemler gibi küreselleşen bir dünya düzeninde bu tip yönetimler artık geçerliliklerini kaybediyorlar. Ortadoğu’da bir anda patlak veren Meksika dalgası şeklindeki birbiri ardına ortaya çıkan ayaklanmalar eski paradigmanın geçersizliğinin ilanı şeklinde. Elektronik müzik sistemleri çıkalı, cızırtılı gramafonlardan kimse müzik dinlemek istemiyor artık...

Bu ayaklanmalara Arap Baharı, Arap Uyanışı (el-Jezire), veya İslam’ın Uyanışı (İran ve Press TV) adları veriliyor. Ortadoğu halkları, diğer örneklerine göre çok daha uzun sürmüş olan ve sadece bir iki devletle sınırlı kalmayıp nerdeyse bölgenin tüm siyasi oluşumlarını kapsamış olan bu baskıcı yönetim anlayışına artık daha yüksek sesle hayır! diyor. Bu bağlamda Suriye’deki iktidarı Arap Alevi bir iktidarın, bir azınlığın çoğunluğa olan diktası şeklinde okumak, siyasi parametreleri din ve etnikçi/çatışmacı bir düzleme indirgemiş olmak demektir. Irak savaşı ardından Amerika’nın ülkedeki siyasi yapılanmayı Şii, Sünni ve Kürtler olarak belirlemesi, siyasi aktörlerin çizgilerini din ve etnik yapı etrafında kalınlaştırması, aynı şekilde Lübnan’da Alevi, Hristiyan (Maroni, Ermeni), Dürzü, Şii, Sünni gibi ayrımlar üzerinden siyasetin yapılıyor olması bölgedeki demoktratik talepleri duymaya çalışmaktan çok coğrafyamızı daha çatışmacı bir düzleme ve dolayısıyla istikrarsızlığa ittiğini görmek çok zor değil. Bu anlamda Suriye’deki demokratik talepleri Alevilere karşı bir Kürt ve Sünni ayaklanması olarak resimlendirmek bölgedeki demokrasinin gelişmesi ve olgunlaşması açısından hiç de doğru bir yaklaşım değil.

Türkiye’deki Arap Alevilerin (Antakya, İskenderun, Adana Tarsus ve Mersin ekseninde) Suriye’deki mevcut yönetim ve iktidar ile herhangi bir organik bağı yok. Anadolu’da yaşayan Türk Aleviler ve Türkiye’deki diğer alt gruplar gibi (Belki Kürtler kısmen dışında tutulabilir bunun) herhangi bir siyasi oluşum içerisinde değiller, ve böyle bir eğilimleri Cumhuriyetimizin kuruluşundan bu yana ve öncesinde de olmadı. 19.yy’da ortaya çıkan İslamcı ve daha sonrasındaki Kürtçü siyasi gelenek doğrultusunda dinin ve etnik yapının siyasetle ilişkisini anlamaya alışmış zihinlere bu yadırgatıcı ve tuhaf gelebilir. Ama gerçekten böyle. ( Bu yadırgatıcı durumu anlamayanlar için çok güzel yazılmış bir yazı // İftardan çalıştaya, açamadığımız Aleviler)

Hatta, Suriye’ye yapmış olduğum gezilerde dahi Alevi köylerdeki yoksulluk ve sefalet keskin bir şekilde dikkatimi çekmiş, ve orada yaşayan Alevilerin siyasi iktidarla doğrudan herhangi kolkola bir yapılanma içerisinde olmadığını farketmiştim. Otokratik rejimler sırtlarını sınırlı bir kesime dayasalar dahi, bu sınırlı zümreyi oldukça kısıtlı tutmak durumundalar. Suriye’de pastayı Arap Alevi halk değil, sadece mevcut yönetimin çevresidekiler yiyor. Arap Alevi halk için rejimin getirdiği belki de tek ve en büyük rahatlık, rejimin onlara sağladığı güvenlik. 1000 yıla yakın bir süre zarfında sürekli zulüm, horlanma, aşağılanma, itilme ve baskıya maruz kalmış Arap Aleviler, mevcut yönetimin şemsiyesi altında nispeten rahat ve güvenlikli bir dönem geçirdiler – tabi muhalifler hariç. Bu noktada, Surıye'de rejime yönelik tehditler, elde edilmiş bir takım ayrıcalıkların kaybına dönük bir endişeden ziyade ortaya çıkabilecek güvenlik endişesi ve problemin mezhepsel bir düzleme indirgenmesiyle alakalı kaygıları beraberinde getiriyor. Benim de, ve Türkiye’deki Arap Alevilerin de belki en büyük endişesi bu yönde. Demokratik eğilimler doğrultusunda başlatılan bir ayaklanmayı, başka bir halk kitlesine karşı bir intikam mücadelesine dönüştürmek, bizi endişelendiren bir durum. Çok da akla mantığa uzak gelmeyen bu ihtimal, Suriye’de daha demokratik bir yapıya geçişin, nispeten kısa bir zamanda ama daha yumuşak , daha az şiddet içeren, ve daha demokratik bir ortamda olması gerektiğini söylüyor bize.

Türkiye’de yıllardır – her ne kadar yüksek sesle olmasa da – demokratik özgürlükleri, azınlıklara karşı daha adaletli ve dengeli bir siyasi kültürü savunan, ve bu paraleldeki değerlere yürekten inanan Arap Aleviler, Türkiye’de hem Türk, hem de Sünni olmadan (ki bu ikisi çoğu zaman en güçlü ve en önemli iki değer olarak çıkıyor ülkemizde) nasıl barışçıl bir toplum olabileceğinin güzel bir örneğini sergilediler, sergiliyoruz ve sergileyeceğiz. Siyaset denince, din üzerinden siyaset, etnik kimlik üzerinden siyaset, memlekette ilk akla gelen opsiyonlar olsa da, ve ayrıca farklı bir etnik ve farklı bir dini yapıya mensup olmak insanlar tarafından bir tehdit unsuru olarak algılansa da biz Türkiye‘deki Arap Aleviler olarak, siyasetin, siyasi yapı ve yönetimlerin, insanların hayatının kolaylaşması, güzelleşmesi ve insanca birarada yaşamaları için var olduklarına inanıyoruz. Bu ilkeye kalpten bağlıyız. Devletin amaç ve görevlerini
kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk Devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak olarak tanımlıyor anayasımızın 5. Maddesi. Biz de buna yürekten inanıyor, devletimizin ve insanlarımızın hiçbir ayırım yapmadan tüm vatandaşlarının/kardeşlerinin haklarını, huzurunu ve mutluluğunu temin etmesini, önümüzdeki süreçte Arap Alevilere karşı çıkabilecek olumsuzluklara karşı her türlü hassassiyeti göstermesini talep ve temmenni ediyoruz. Ve Yunus der ki: “Hakkı gerçek sevenlere, cümle alem kardeş gelir.”

Etiketler: ,


Cumartesi, Mart 01, 2008

"Mes'ud bi's-su'ud" adlı arapça şarkının sahibinden bir not

Selam, ''Mes'ud'' adlı arapça şarkının sahibiyim. Sitenizde şarkıyı ''komik ve hoş'' olarak nitelemişsiniz. Son dönemlerde binlerce dinleyicisi olan bu çalışmanın komik ve hoş olmaktan öte daha önemli bir içerik ve misyon taşıdığını düşünüyorum. Ben o kaygıyı taşıyarak yaptım. Zaten diğer çalışmalarım bunun göstergesidir diye düşünüyorum. Saygılar.....

------------------------------------
Biz de kendisine bu önemli not için teşekkür ediyoruz. Bu ve benzeri çalışmaların devam etmesini ve bu güzel misyonu taşıyan yüreklerin artmasını kalpten diliyoruz. Alla-qawwikin...

-ArapAlevi.blogspot.com

Çarşamba, Şubat 20, 2008

le-mes'udu le-mes'udu qadda 'amru bi's-su'udu

le-mes'udu le-mes'udu qadda 'amru bi's-su'udu

Bu komik-hoş parçayı dinlemek için:

http://rapidshare.com/files/93408122/Mesud_Bissuud.mp3.html

Tom ve Jerry


Pazartesi, Temmuz 23, 2007

Suriye Arapçası




http://www.syrianarabic.com/

Yeni başlamak isteyenler için oldukça güzel bir site... Kitabın tamamını PDF dosyası olarak indirebilir, Mp3 ile birlikte dinleyebilirsiniz.


Arapça Sözlük




Arapça sözlük:

http://www.arapcasozluk.net/


Eskiden Arapça yasaktı. Şimdi Türkmen köylerinde Arapça Türkü söyleniyor

Musa'dan Notlar

Celal Başlangıç -- Radikal Gazetesi: 29.07.2002

...
Vakıflı'dan Hıdırbey Köyü'ne doğru yola çıkıyoruz. Burası da eski bir Ermeni köyü. Ancak boşaldıktan sonra Musa Dağı'ndaki diğer köylere olduğu gibi buraya da Türkmenler yerleştirilmiş.

Köye girince Arapça şarkılar geliyor kulağımıza. Dev bir çınar ağacı ve dört koldan akan kaynak suyunun bulunduğu alanda Türkmenler'in düğünü var. İşin ilginci Türkmen düğününde Arapça şarkılar çalıyor artık. Çınar da öyle sıradan bir ağaç değil. Gövdesindeki oyuğa 10 kişi girebilir. Zaten bu ağacın oyuğunda daha önceden bir bakkal dükkânı varmış. Sonradan ağacı korumak için boşaltılmış.

Ağacın önündeki tabelaya göre gövde kalınlığı sekiz, yüksekliği 17 metreye yakın. Bu ağacın dalları tam 1.5 dönümlük bir alan kaplıyormuş. Tabelanın altında bir de öyküsü var dev çınar ağacının:
"Hazreti Hıdır ve Hazreti Musa denizden çıkarlar ve Hıdırbey Köyü'ne gelirler. Hazreti Musa yoluna devam ederek Musa Dağı'na çıkar. Hazreti Hıdır asasını su kenarına koyar ve su içer. Döndüğünde asasının yeşerdiğini görür. İşte, o yeşeren ağacın bu ağaç olduğu söylenir."

Biraz ilerde Gabriel'in köyü Yoğunoluk var. Gelen sesten bu köyde de düğün olduğunu anlıyoruz. Yine söylenen şarkılar Arapça. Samandağlı Ahmet "Eskiden Arapça yasaktı. Şimdi Türkmen köylerinde Arapça Türkü söyleniyor" diyor.

Samandağ'a geri dönerken, çok eskiden de değil, 1980'lerin sonuna doğru bu topraklarda yaşanılan anlamsız yasakları düşünüyoruz. 12 Eylül'e kadar siyasal şiddetten nasibini en az alan Samandağ'da, 12 Eylül sonrası inanılmaz baskı uygulanmış.
Neredeyse herkes sorgudan geçirilmiş. Bu süreç 1985'e kadar en ağır biçimde sürmüş.

1990'lı yıllara doğru garip yasaklar vardı Samandağ'da. Hatta şimdi birkaç sanatçının albümüne aldığı, Türkiye'nin her yerinde çalan 'Meryem Meryemti' türküsü yasaktı. Oysa türkü, Osmanlı askerleri tarafından kaçırılan bir Arap kızının öyküsünü anlatıyordu. Hatta o yıllarda Samandağ'da bir düğünde bu türkü çalmaya başlayınca, o sırada salonda bulunan dönemin ilçe emniyet müdürü yasak olan türküyü susturmak için silahını çekip havaya ateş bile etmişti.

Yasaklar kumsalı Samandağ'ın Çevlik kumsalı, yaklaşık 18 kilometredir. Bu yanıyla 'Türkiye'nin en uzun kumsalı' olarak anılır.

O yıllarda, saat 18.00' den sonra kumsalda gezinmek yasaktı. Hele yazları, havanın kararmasına saatler kala kumsal boşaltılır, kurt köpekleriyle gezen jandarmalar sahilde kalanları uyarırdı.

Samandağ'da balık önemli bir geçim kaynağı. Ama o zamanlar, Samandağlı balıkçıların gece denize açılmalarına ve denizde kalmalarına izin verilmezdi. Samandağlılar karşılarında başka yerlerden gelen balıkçı teknekleri avlanır, onlar kıyıdan seyretmek zorunda kalırlardı.

Bu anlamsız yasaklar bugünlerde yok artık. Ama, Samandağ'dan İskenderun'a uzanan ve güzergâhı bir doğa harikası olan kıyı yolundan geçmek hâlâ yasak.

Arapça rock orkestrası
Musa Dağı'ndan Samandağ'a inince yayladaki serinlik yerini sıcak ve nemli bir havaya bırakıyor. Samandağ Kalkındırma Derneği'nin düzenlediği festival çerçevesinde gündüz Şükrü Erbaş'ın ve Faik Bulut'un konuşmaları var. Sıcağa rağmen toplantının yapılacağı çay bahçesi tıklım tıklım dolu. Bir zamanlar saat 18.00'den sonra yasak olan Çevlik'teki kumsalı konser alanına dönüştürmüş Samandağ'ın gençleri. Kumsalın üzerine binlerce genç toplanıyor. Geceleri Mazlum Çimen'in, Fevzi Karadeniz'in, Erdal Erzincan'ın dinletileri var. Ama daha önce buradaki Arap gençlerin kendi kurdukları rock orkestraları, çocuk koroları sahneye çıkıyor. Arapça şarkı söylüyorlar. Hatta festivalin ilk gecesi Hasan Özgün Arapça 'talk show' yapıyor. Biraz da kendi insanlarını eleştiriyor.

Festivalin açılış konuşmasını yapan Samandağ Kalkındırma Derneği Başkanı Yusuf Kavasoğlu, beldenin sorunlarını anlatırken "Şaho mağdurları" diyor. Sorup öğreniyoruz. Toprak zengini bir Mehmet Şah varmış Samandağ'da. Hatay Türkiye topraklarına katılınca Mehmet Şah'ın bütün ailesi Suriye'ye, Beyrut'a göçmüş. Mehmet Şah ise Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olmuş. Bir Türk'le evlenmiş. Ziraat Bankası'ndan kredi almış, seçimlerde oy kullanmış. Hatta otel işletmeciliği bile yapmış Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olarak. 1971 yılında ölmüş Mehmet Şah. Ölene kadar da tam 271 kez tapu işlemi yapıp elindeki toprakları satmış. şimdi Samandağ'ın merkezindeki bu toprakları alıp üzerine ev yapanlar büyük bir sorunla karşı karşıya. Çünkü Mehmet Ağar'ın İçişleri Bakanlığı döneminde, hem de ölümünün üzerinden 25 yıldan fazla bir süre geçmişken, Mehmet Şah'ın Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlığı iptal edilmiş. Sattığı bütün araziler de Hazine'ye devredilmiş. 'Böyle şey olur mu' demeyin. Burası Türkiye. Mehmet Şah'ın arazileri arasında en az 8-10 kez el değiştirenleri bile var. Bu tapular da iptal olmuş. İnsanlar parasını ödeyip satın aldıkları, üzerine ev yaptıkları arsalar üzerinde işgalci duruma düşmüşler şimdi. Cemil Berrak da bunlardan biri. Sekiz yıl Arabistan'da çalışmış. Biriktirdiği parayla daha önce Mehmet Şah'a ait olan ve tam dokuz el değiştiren arsayı 1995'te satın almış. Ancak şimdi tapusu alınmış. Uygulamayı, Arap Alevi kökenli olmalarına bağlıyor. Cemil Berrak, "Devletin tapusu sahte çıktı" diye anlatıyor kızgınlığını.

Musa Dağı'na bakarken insan, 'Ne kadar çok acı yaşanmış bu topraklarda, şu anda yaşananlar ve daha da yaşanacak olanlardan gayrı' demekten alamıyor kendini. Musa Dağı gibi bu ülkenin de acıları bitmiyor ve insan, bu coğrafyada acıyı büyütenlerin, o sıcacık, saygılı, iri gözlü Samandağlıların yüzüne bakarken utanacakları günü bekliyor!


Salı, Haziran 26, 2007

Aleviler Türkiye'de hala Müslüman azınlık bir grup olarak tanınmıyor.

6 Ekim 2004 Avrupa Komisyonun Türkiye'nin üyeliği hakkında hazırladığı tavsiye raporu:

Aleviler Türkiye'de hala Müslüman azınlık bir grup olarak tanınmıyor.

İNGİLİZCE:
PDF
HTML


ALMANCA:
PDF
HTML


Sayfa 12:

Although freedom of religious belief is guaranteed by the Constitution, and freedom to worship is largely unhampered, non-Muslim religious communities continue to experience difficulties connected with legal personality, property rights, training of clergy, schools and internal management. Appropriate legislation could remedy these difficulties. Alevis are still not recognised as a Muslim minority.


ALMANCA:


Trotz der verfassungsrechtlichen Garantie der Religionsfreiheit und obwohl die freie Religions ausübung weitgehend ungestört verläuft, stoßen nichtmuslimische Religionsgemein schaften nach wie vor auf Schwierigkeiten im Zusammenhang mit der Rechtpersönlichkeit, den Eigentumsrechten, der Ausbildung der Geistlichen, Schulen und ihrer internen Verwaltung. Mit geeigneten Rechtsvorschriften könnten diese Schwierigkeiten überwunden werden. Die Aleviten sind nach wie vor nicht als muslimische Minderheit anerkannt.

Cumartesi, Şubat 10, 2007

Grup Nidal - Asfur


Grup Nidal Türkiye'de ilk Arapça albümü çıkartan müzik grubu. Grup üyeleri 12 yıldır Mersin ve Hatay bölgesinde müzik yapıyorlar.


etnikmüzik.com adresinde grup üyelerinden biri şu şekilde anlatıyor grubu:

"Nidal bundan 11 yıl önce Antakya'da kuruldu. O yıllarda Arap dili ve kültürünün unutulmaya yüz tutmuş ağıtları ile bir köşede durmasını ve kendi dil ve düşüncesini diğer yerelde insanlara ulaştırmak istemiştir. Burdan bir araya gelen müzisyen arkadaşlar Nidal'in ilk adımını atmıştır. Grup o zamanlarda köyler ve ilçeleri gezerek yasak konserler veriyordu. Bu süreçtede bir kaset çalışması yapılmak istenmiş, fakat maddi durumlar buna engel olmuştu. Grup yıllar geçtikçe Türkiye'de yakın çevrelerce tanınmış ve diğer illerde festival çalışmalarına katılmıştır. Arap müziğini oralarda tanıtmıştır. Bu sıralarda bir albüm çalışması yapmış ve kayıtları tamamlanmıştır. Çok yayında yayımlanacak olan albüm tamamı Arapça olmak üzere Antakya halk ezgileri ve ağıtları bulunmaktadır."

http://www.grupnidal.tr.gs/

Son albüm "Asfur" oldukça başarılı. İçinde Meryem Meryemti gibi çok bilinen parçalar var. Zaman zaman orijinal taddan uzaklaşsa da, farklı Arapça şiveleri karıştırsa da, özgün müzik ve halk ezgilerini bir arada verse de, dinleyenleri alıp başka diyarlara götürecek kadar etkili bir albüm...

Esasen kaset satışını desteklemek gerekiyor (Adana Sun Sineması sokağı Kasetçi Kerim'de mevcut) ama sizleri de bu müzik keyfinden de mahrum bırakmamak lazım:

Grup Nidal'in albümünü (Asfur) şu linkten indirebilirsiniz:

http://rapidshare.com/files/10406556/Grup_N_dal_Asfur__2006__by_SymphoniC.rar

RAR-Arsiv'in sifresi: SymphoniC

Salı, Şubat 06, 2007

Halepli Ressamlar Sergisi

16.01.2007
Gaziantep'te Suriye Esintisi...
Suriyeli 27 ressamın eserleri Gaziantep'te sergilendi.
http://www.trt.net.tr/wwwtrt/hdevam.aspx?hid=167895&k=6

Pazartesi, Şubat 05, 2007

Antakya'da Arapça oyun

Antakya'da Arapça oyun

Antakya'da Arapça oyun

Antakya'ya gelen Suriye'nin Lazkiye Devlet Tiyatrosu oyuncuları, Aziz Nesin'in yazdığı 'Sen Gara Değilsin' adlı oyunu Arapça sahneledi. Lazkiye Vali Yardımcısı Ayşe El Cenudi başta olmak üzere Lazkiye Kültür Müdürü Mehmet Hattap ve oyun yönetmeni Luey Şana'nın da izlediği oyun, Hataylılar tarafından beğeniyle izlendi. Arapça oyun sonrası açıklama yapan Şana, Türkiye'de bulunmaktan memnuniyet duyduğunu söyledi. Şana, "İki ülke arasındaki gelişmeler sanat alanına da yansıdığı için mutluyum" diye konuştuştu.

SABAH Gazetesi: 27 Ocak 2006

Oyunun fotoları için:
http://www.hataytiyatro.com/kategoriler.asp?kat_id=38

Video görüntüleri için:
http://www.hataytiyatro.com/video_izle.asp?id=109

http://www.youtube.com/v/EreDN7OGvUo




Hatay’da Arapça tiyatro zamanı

Hatay’da Arapça tiyatro zamanı
Ferid Demirel

Evrensel Gazetesi: 16.08.2006


Anadolu’nun, farklı birçok kültüre ev sahipliği yapan yerlerinden Hatay’da tiyatro sanatçıları, bir ilke imza attı. Önümüzdeki günlerde Arapça müzik albümüne imza atacak olan Grup Nidal’in dışında, Hatay Amatör Sanatçılar Derneği (HASAD) Tiyatro Topluluğu da Arapça oyun sahneledi.

Daha önce “Alavere-Dalavere”, “Ağanın Çüflüğü”, “Çerezname”, “Çapraz Aşk”, “Bekçi”, “Toros Canavarı” gibi oyunların yanı sıra “Canlanan Masallar”, “Bu Orman Bizim”, “Bremen Mızıkacıları” gibi çocuk oyunlarını sahneleyen HASAD Tiyatro Topluluğu son olarak “Olur Böyle Vakalar” adlı oyunu Arapça seyirciyle buluşturdu. Günlük yaşamdan kimi olayları mizah penceresinden ele alan oyunu tüm zorluklara rağmen sahnelemeyi başaran HASAD Tiyatro Topluluğu’ndan M. Vejdi Koçak ile Arapça tiyatroyu ve çalışmalarını konuştuk.

Resmi dil dışındaki dillerin kabul görmediği, kendilerini ifade alanlarının oluşturulamadığı bir coğrafyada, Arapça tiyatro yapmaya karar verdiniz. Resmi düşünceyi baz alan çevrelerin üslubuyla sormak gerekirse; nereden çıktı bu Arapça tiyatro sevdası?

Bölgemiz, yani Antakya, ortalama 150 bin insanın yaşadığı eski tarihi yerleşim bölgelerinden biridir. Roma döneminde olimpiyatların bile yapıldığı bir yerdir. Sünni Araplar, Sünni Türkler, Hıristiyanlar, Arap Alevileri ve az miktarda Yahudinin bulunduğu şirin bir il merkezimizdir. Bölgemizin yüzde 50’si Arapça konuşur. Hıristiyanlar, Sünni Türkler ve Alevilerin konuşma dili Arapça’dır. Memleketimize gelen bir yabancı sokaklarda dolaştığında kendini bir anda Arap memleketlerinin birinde hisseder. Önceleri düğünlerde Arapça şarkılar söylediğinden dolayı fırça yiyen halkımız, sonraları düzene öyle uyum sağlamışlar ki hiç sormayın... İnsanların ekonomik durumu düzeldikçe kendilerini koyuvermişler burjuva özentisi içinde yaşamaya. Rahatlık onları zorlamamış ve paşa paşa yaşamlarına devam etmişler. Arapça oyun meselesine gelirsek; rüyamda gördüm desem yalan olur. Bir oyun provasındaydık. Oyunculardan iki kişi diyaloglarını Arapça olarak sürdürdüler. Ben onlara tekrar etmelerini söyledim. Provaya yaklaşık beş dakika Arapça olarak devam ettik ve dedik ki; biz neden Arapça oyun oynamıyoruz? Aramızda itiraz edenler oldu tabii ki. Hani mecliste edenler var ya. Ve böylece Arapça oyun maceramız başlamış oldu. Muzaffer İzgü, Yılmaz Erdoğan ve bizim yazdığımız kısa kısa oyunları Arapça’ya çevirmeye başladık. Çevirmen arkadaşımız İsmail Özdemir ve Türkçe ve Arapça’yı iyi konuşan birkaç kişi ile çeviri yaptık.

Şimdiye kadar kaç tane Arapça oyun sahnelediniz?

Arapça oyunu tarihimizde ilk kez sahneledik zaten. Onu da 8-9 kez sahneledik. Zorla, borçla oyun sahnelemek nasıl oluyorsa öyle... Tabi keyiflendim, onurlandım ama hapı yutarak…

Arapça bilen oyuncu bulmakta zorlandınız mı?

Arapça bilen oyuncu bulmak zor değil, oyuncularımızın çoğu Arapça biliyor. Tabii lehçede farklılaşmalar oluyor, onu da çalışarak gidermeye çalıştık.

Teknik ve mesleki açıdan yaşadığınız sıkıntılar oluyor mu?

Teknik konularda zorluk çektiğimiz pek söylenemez. Mesleki konularda ise tabii ki özverili, cesaretli oyunculara her zaman ihtiyaç var. Kısaca insanlar nasıl ötüyorlarsa, ‘Yaparız, ederiz, basit bunlar, hallederiz’ deseler de iyilerin sayısı az… Bu yazıları okuyanlar ‘aaaa teknik konuda hiç problemleri yokmuş!’ diyecekler… Evet kardeşlerim, yoktur… Kendi çapımızda yaratıyoruz. Arayın yardım edelim...

Resmi kurum ve kuruluşlardan herhangi bir destek alıyor musunuz?

Hatay Amatör Sanatçılar Derneği adına Kültür Bakanlığı’ndan yardım talep ettim, il valiliğinden yardım talep ettim, bir lira bile verilmedi. Antakya Belediyesi Şehir Tiyatrosu ve HASAD ortak yapımı olduğu için Antakya Belediyesi oyunun afişlerini yaptırdı, bunun dışında bir lira bile almadım. Mutluyum, çünkü Türkiye’de resmi anlamda ilk Arapça oyun olması beni çok onurlandırdı. Ortalama genel masrafım 10 bin YTL üzerindedir. Beni her ne kadar da maddi anlamda geriye itse de aldığım manevi haz trilyonlara değer.

Herhangi bir engel gerçekleşti mi Arapça oyuna yönelik?

Oyunun ortaya çıkışı HASAD, yani dernek. Ama derneğin parası yok. Üyeler züğürt, yani öğrenci vs. Belediye Şehir Tiyatrosu ve HASAD ortak yapımı olarak gala yaptık. 3 kez oynadık… Sonra nedense bana yardımcı olacaklarına oyunu çek denildi… Bunda anormal durum özünde yoktur, kimilerini oyunun Arapça oluşu gıcıklandırmış olabilir. Ama ben daha gıcığım, oyunun HASAD adına oynanmasını 4 kez sağladım. Antakya, Harbiye Samandağ’da oynandı. Ama yeterli oldu mu? Hayır… Kısacası; yoksulsan, arkanda kimsen yoksa, kendini yırtsan da böyle gider… Ama satılmadan onurlu gitmek çok çok güzeldir…

Diğer Arap ülkelerinin tiyatro topluluklarıyla irtibatınız var mı? Bu konuda onlarla herhangi bir diyalog veya bilgi alışverişi içerisine girdiniz mi?

Var denemez, ama benim bu Arapça oyun sevdam yüzünden Suriye’deki tiyatro topluluklarıyla bir hayli ilişkilerim oldu. Şam, Halep, Lazkiye, İdlip gibi. Özellikle Lazkiye Üniversitesi Tiyatro Topluluğu ve Lazkiye Ulusal Tiyatrosu’yla iyi ilişkiler içindeyim.. Lazkiye Ulusal Tiyatro Yönetmeni Kemal Kırhali’yi Antakya’ya davet etmiştim. Oyunumuzu izledi. Yorum ve eleştirileriyle bizlere destek verdi. Suriye her ne kadar bizim ülkemizden geri ise de bence tiyatroda bizden kötü değil. Örneğin, Lazkiye’de bir çocuk oyunu izlemek istedim, salona girdik, oyun başlamadan önce seyirciye süt, toka, çikolata ve oyuncaklar dağıttılar. Ayrıca oyun ücretsizdi. Yine Lazkiye’de üniversitenin sahnelediği oyun Rus ve Fransız oyun yazarlarının etkin oyunlarıydı.

Biraz da HASAD’dan bahsetmenizi isteyeceğim? Kaç kişiden oluşuyor topluluk? Kimler yer alıyor?

Topluluğumuz özünde 8 kişiden oluşuyor, ama diğer katılımcılarla birlikte 20 kişiye ulaşıyor. Adımız Hatay Amatör Sanatçılar Derneği (HASAD) Tiyatro Topluluğu. Bizler özünde, Antakya Belediyesi Şehir Tiyatrosu’nun kurucularıyız. Derneği kurmaktaki amacımız daha bağımsız bir grup kurmaktı. Aramızda profesyonel kişi yok, hepimiz amatör bir anlayışla çalışmaktayız. Tabii ki yurtiçi ve yurtdışında kardeş tiyatrolarımız olsun isteriz. “www.hasad.org” ve “www.hataytiyatro.com”dan ve “mvejdikocak@hotmail.com”dan bizlere ulaşabilirler.

Bundan sonra yine Arapça oyun olacak mı?

Muzaffer İzgü’nün yazdığı “Sınırda” adlı tek perdelik oyuna çalışmaktayız. Oyunu önce Türkçe oynamayı düşünüyoruz, daha sonra da oyuna dramaturji yapıp Arapça düşünüyoruz. Savaşların yaşandığı günümüzde, barışı ve kardeşliği anlatıp, savaşların hangi güçlere çıkar sağladığını vermeye çalışacağız. 2-3-4-5 Kasım 2006 tarihlerinde Antakya’da bundan önce hiç yapılmayan tiyatro şenliğini yapmayı düşünüyoruz. Planladık. Adana Gösteri Sanatları Tiyatrosu, Bakırköy Oyuncuları, Mersin Büyükşehir Belediyesi Tiyatrosu, Oyuncu Akil Yıldırım, Lazkiye Üniversitesi ile kontak kurduk. Gelecek toplulukları belki çok iyi ağırlayamayacağız, evlerde yatmak zorunda kalacaklar… Ama başaracağız…
Bence bu dünyada 3 önemli şey vardır: İnanmak-Umut Etmek-Sevmek. Bunların en önemlisi sevgi, bu da bizde mevcut…


Çarşamba, Ocak 10, 2007

Mustafa Bilgin'den Selam...


Özür
HİÇ İSTEMEDEN İNCİTTİĞİMİ ÖĞRENDİĞİM,
ÜLKEMİZİN AYDINLIK "FELLAH"LARINA
SELAM OLSUN
Bilgin

Cumhuriyet Gazetesi. 10 Ocak 2007.


Bizlerden de kendisine selam olsun.......

Salı, Ocak 09, 2007

Karikatür -- "Fellah"

7 Ocak 2007 Pazar günü Cumhuriyet'te çıkan karikatür üzerine söylenecek çok şey var...
Fellah kelimesi, Türkiye'deki insanların "Arap" algısı, kafalardaki yamuk- yumuk resimler...
Bir dostumuz çıkan karikatür hakkında Mustafa Bilgin'e şu e-mail'i göndermiş. Duyarlılığı için kendisine çok teşekkürler. Gazeteden gelen cevap da memnuniyet verici.

---------------------------------
DOSTUMUZ:
Sayın Mustafa Bey,
07 Ocak 2007 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan karikatürünüzde "Fellah" lara yaptığınız hakareti anlayabilmiş değilim? Bu durumu sizin "Fellah" kelimesinin ne anlama geldiğini bilmediğinize bağlayarak neden-sonuç ilişkisi kurabiliyorum, zira Cumhuriyet gazetesinde böyle bir şahsın barınabileceğine ihtimal veremiyorum. Fellahlarda asla müftü olmaz! bu onların inanışlarına tamamenterstir. Hele ki sizin aşağılamak amacıyla kullandığınız "cahil-yobaz müftü?" kelimesi Fellah kelimesiyle yanyana yalnızca sizin karikatürünüzde -cehaletinizden dolayı- birlikte olabilir. Bunu başka türlü yorumlamak istemiyorum çünkü aksi savunma, Cumhuriyet gazetesinde kafataşçı yuvalanmayı vurgulayacak...
---------------------------------
Mustafa Bilgin Cevabı:
Amacı aşan bir kullanım oldu o sözcük..
Köşemde durumu telafi edeceğim.
Saygı ve selamlarımla.
Bilgin

Perşembe, Ocak 04, 2007

Kazanlar

İnsanın içini ısıtıyor çıtır çıtır odun sesleri... Geceye ve dumanlara karışıyor uykusuz gözlerimiz.


Ve gece yarısı birdenbire bir gölge beliyor önümüzde. Bir polis memuru geliyor ziyaretimize. Hepimiz şaşkın birbirimize bakıyoruz. Memur "karakolda arkadaşlar acıktı, hazır olduysa biraz çorba alabilir miyiz?" diye yaklaşıyor bizlere. Hazırlayıp güzelcene bir kova çorba, memnuniyetle uğurluyoruz bu davetsiz misafiri. Tekrar birbirimize bakıyor, gülümsüyor, ve işimizin başına dönüyoruz.


Zeynel Usta 51 yaşında. Adana Büyüksaat esnafından. 40 yıllık kalaycı ustası. Dediğine göre Adana'da kalan dört kalay ustasının en genci. Kanal A "Sokağın Sesi" için uzatıyor mikrofunu Zeynel Usta'ya. Biraz dertli Zeynel Usta ama yine de "bizim meslek ölmez" diyor. "Adana'da Arap Camia'sı olduğu sürece kalaycılık ölmez" diye yineliyor. "Bakın bu kazanların hepsi ziyaretin, mevlüt kazanları bunlar!" diye gösteriyor dükkandaki bizlerin yüreklerini taşıyan kazanları.


Durup düşünüyorum... Modern hayatı ve ona direnmeye çalışan kalaycılarıı düşünüyorum. Sonra da kazanları. Ateşiyle, dumanıyla, bin yıllık bir serüvenin kazanlarını... Odunları, yandıkça adam yüreğini ısıtan dumanları, kaynayan suyla dumanlara karışan buharları, ellerde nasır tutmuş mutlu acıyı, sabah kuşlarını, yollarda birer ikişer hızlanan adımları, teqabbel-allah nidalarıyla insanı kucaklayan kazan yürekli adamları.

Kalaycılar mı direniyor ayakta kalabilmek için yoksa kazanlar mı? Alamıyor aklım kendini bu sorudan. Sonra uzanıyor "Sokağın Sesi" mikrofonu kasketçilere, şalvarcılara. Uzanıyor mikrofon raflara kaldırılan kasketlere, Adana'nın meşhur şalvarına. Mahzun bir tebessümle susuyorlar...

Zihnimde kazan başında kasketli, şalvarlı, uykusuz adamlar beliriyor. Benzer sorular takılıyor kafama. Direnen kim aslında diyorum? Kasketçiler, şalvarcılar mı?

Meğer bu şehir telaffuz etmese de ne kadar belirgin izler taşıyormuş bizlerden diyorum kendi kendime...

Polis memuru yeniden beliyor kapıda. Yedikleri çorbanın kabını bırakıp "ellerinize sağlık" diyerek huzurla dönüyor vazife başına. Biz de vazifeye devam ediyoruz.

Cumartesi, Aralık 23, 2006

Arap Alevi bir Öğretim Üyesinin Kadir Albayrak ile yazışmaları

Sayın Kadir Bey,

Mail-ıma misyonerlik faaliyetleriyle ilgili bir çalışmanız hakkında yapılan bir haber ulaştı. İçerik gerçekten düşüncelerinizi yansıtıyorsa, bu konuda benim de diyeceklerim var.


Misyonerliği “bir dini, özellikle de Hıristiyanlığı yaymaya çalışmak, bununla görevli olmak, kendini buna adamak” biçiminde tanımlayabiliriz. Bu anlamda ben her türlü misyonerliği kınıyorum. Çünkü misyonerlik, vicdan meselesi olan dine (başkasının dinine) saygısızlıktır; başkasının başkalığına tahammül etmemektir. Misyonerlik, insanların temel hak ve hürriyetlerine de bir saldırıdır. Hele hele insanların maddi – manevi olanaksızlıklarını istismar ederek bunu yapmak ahlaka da aykırıdır.


Ancak bundan sonra yazacaklarıma katılmayabilirsiniz. Çünkü ben – terim olarak misyonerlik denmese de – yapılan işin özü açısından Alevileri zorla Sünnileştirme politikasını da aynı kapsamda değerlendiriyorum. Ben Arap Alevi olduğum halde, inançlarıma aykırı olarak camide namaz kılmak zorunda bırakıldım, ortaöğrenimim boyunca baskı gördüm. Şimdi de çocuklarıma (insan haklarına aykırı yasaların zoruyla) Sünni namazı öğretiliyor, çocuklarım bana yabancılaştırılıyor (Bu şikayet bana özgü değil). Sizce bir kişi Sünni yapılınca hoş mu oluyor? Bir kişi “Ben Aleviyim, Sünni değilim” diyorsa, bu hak neden ona tanınmıyor? Bu zorlamayı bir yazıyla dile getirmenizi bekliyorum. Lütfen “Anayasa böyle diyor” gibi bir gerekçe göstermeden, bunun doğru olup olmadığını bir makaleyle kamuoyuyla paylaşın; o zaman önünüzde eğileceğim.


Bu düşüncelerimi “Aleviler kendini azınlık olarak görüyor” diye yorumlarsanız bunu şiddetle reddederim. Çünkü Aleviler, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana kendini bu yurdun asli unsurlarından görmüşlerdir. Cumhuriyetin kuruluşunda ve daha sonraki aşamalarda Mustafa Kemal Atatürk Alevileri hep yanı başında tutmuştur. En çok Alevilere güvendiği düşüncesi sanırım abartılı olmaz (Bu konuda Cemal Şener’in “Atatürk ve Aleviler” kitabını tavsiye ederim). Bu yüzden PKK da böyle başlamıştı. 'Bir avuç terörist' denilerek ciddiye alınmayanlar Türkiye'nin başına bela oldu. Azıcık maya tüm hamuru kabartır. Hıristiyanlaşma tehlikesi var. Aleviler de böyle giderse bir süre sonra azınlık olarak ülkenin başını ağrıtacak” biçimindeki ifadenizin Alevilerle ilgili bölümünü amacını aşan, gerçeklerden uzak, bilimdışı, öznel bir önyargı olarak görüyorum ve esefle karşılıyorum. Hele hele Alevileri PKK ile aynı bağlamda anmanız bile Alevilere yapılan büyük bir saygısızlık ve haksızlık olmanın ötesinde, tümüyle bir cahillik örneğidir ve bu önyargınızı kınıyorum.


Keza "Adana'da Arap Alevisi olarak bilinen Nusayrilerin yoğunluğu, göç ve işsizlik gibi nedenlerle tehlike büyük. PKK da ilk etapta `bir avuç terörist' olarak tanımlanmıştı” ifadenizle birbirinden çok farklı, yan yana bile gelmemesi gereken olguları (Alevi, göç, PKK) birlikte anarak çok yanlış sebep-sonuç ilişkileri kuruyorsunuz, gerçeğe aykırı çıkarımlarda bulunuyorsunuz. Alevileri bir tehlike olarak görmek, Türkiye Cumhuriyeti açısından tehlikenin en büyüğüdür. Misyonerlerin Alevi-Sünni ayrımı yapmadan çalıştıkları kanısındayım. Misyonerlik kesinlikle bölgesel değildir; Kayseri’de de vardır, Karadeniz Bölgesi’nde de. Bu işte ekonomik durum elbette rol oynuyor. Ama kesin belirleyici değil. Çok varlıklı olanlar, artistler vs. de bu akımlara kapılıyorlar. Ama Aleviler gerçekten Sünnilere göre misyonerlik faaliyetlerine daha yoğun bir biçimde maruz kalıyorlarsa, bunun nedeni Alevilerin kendisi ya da misyonerler değil, cemaati bile olmayan kilise vs. açılmasına (misyonerlik faaliyetlerine) göz yumanların Alevileri Sünnileştirme politikasıdır. Misyonerlere saygı duyanlar, ne yazık ki Alevilere saygı duymuyor. Misyonerlik faaliyeti sonucunda Hıristiyanlaştırılan Adanalıların sayısının abartıldığı yönündeki düşünceleriniz de bu düşüncelerimi desteklemektedir.


Misyonerlerin çeşitli promosyonlarla adam kazandığını yazmışsınız. Çok çok doğru. Aynı yöntemler Alevileri Sünnileştirmede de kullanılıyor.


Bence Gerek Adana gerekse Türkiye Cumhuriyeti açısından tehlikeli olan şey, Türkiye’nin temel taşı laikliğe karşı yürütülen her türlü misyonerlik ve tarikat faaliyetidir; bunlar birbirinden ayrı düşünülemez.

Kısacası misyonerlik konusundaki hassasiyetinizi paylaşıyorum, ama yanlış sebep-sonuç ilişkileri kurduğunuzu, objektif olmadığınızı, olaylara tek taraflı baktığınızı, nalıncı keseri gibi konuları kendinize göre yonttuğunuzu bildirmek istiyorum.


Tekrar tekrar belirteyim: Bu özel mektubumdan kesinlikle “dolaylı olarak misyonerlik faaliyetlerini destekliyor” şeklinde bir sonuç çıkarmayın. Misyonerliği en az sizin kadar kınıyorum. Ama sizden farkım, tek taraflı olmamak, sapla samanı karıştırmamak (Alevilik, göç, PKK), misyonerlikle birlikte aynı kategorideki olayları da kınamak. Dediğim gibi, Sünnileştirme politikasını yanlış bulduğunuzu ortaya koyarak beni yanıltırsanız, bundan çok memnun olacağım ve sizin hakkınızda önyargılı olduğumu düşünerek özür dileyeceğim. Yoksa biraz da hakaret kokan ve beni çok rahatsız eden yaklaşımınız konusunda (Alevilik, göç, PKK) sizden özür bekliyorum.


Kırdıysam bağışlayın, benim de görüşlerim bunlar.

Saygılarla


-------------------------------------------
Kadir Albayrak'ın Yanıtı:

Sayın Hocam Merhabalar,

Bana gönderdiğiniz e-mail’e mesnet teşkil eden yazıyı görmeden peşin hükümle sizleri kırmak istemiyorum. Fakat bazı konularda acele etmezsek iyi olur diye düşünüyorum. Sizin düşüncelerinize de, Aleviliği de, misyonerliğe de, ateizme de, Budizme de, Satanizme de, Siyonizme de, Komünizme de, faşizme de, sosyalizme de saygılıyım. Türkiye'de en tehlikeli şey Sünnilik, dünyada da ise Müslümanlık. Bunlar bir şekilde bertaraf edilmeli. Ancak bu inançların ve izmlerin hiç birisi de benim umurumda değil. Ben konuşmam da zaten misyonerlerin başarılı olacağını ifade ettim. Konu Alevilik ekseninde değildi. Ben Türkiye’nin hayrına ise sizin gibi tek taraflı olmayan aydınlarımızın, yetkililerimizin evet demeleri halinde topluca Sintoizme veya uygun görülecek bir dine de geçilmesinin yerinde olacağını düşünüyorum.

Veya ülkemizin geleceği ve selameti açısından Protestanlığa yumuşak geçiş yapılmasını da öneriyorum.

Ben her türlü misyonerliği değil daha da ileri giderek içten olmayan her türlü inancı da kınadığımı ifade ediyorum.

Selam ve saygılar.

Kadir Albayrak

-------------------------------------------

Arap Alevi bir Öğretim Üyesinin Yukarıdaki Mektuba Yanıtı

Sayın Hocam, gönderdiğiniz iletideki düşünceleriniz bana gerçekten çok ilginç geldi. Acaba gerçekten bu düşünceler doğrultusunda yazılarınız var mı? Yoksa, hani olur ya, insan düşündüğü her şeyi ifade edemeyebilir, bunlar da o tür düşünceler mi? Yayın listenize internetten bakacağım, bulabildiğim çalışmalarınıza bakacağım. Bana göre düşünceler somutlaştırılmalı. Nasıl mı?

Yazarak!

Dinlere saygı konusunda hemfikiriz. Benim eşim Sünni, ama hiçbir zaman aramızda bu konuda bir sorun olmamıştır. Biraz farklılık gösterebilen dinsel bayram vb. şeyleri kutlamada birbirimize saygısızlık etmeyiz, birlikte kutlarız. Ben hiçbir zaman şu din iyi, bu din kötü de demem. Çünkü her din, mensuplarına göre iyidir, değerlidir. Dinde bana göre yanlış-doğru aranmaz.

Bu yüzden dini tartışmak da istemem, herkesin dinini olduğu gibi kabul ederim. Akıl ölçülerine vurulduğunda herhalde sorunsuz diyebileceğimiz din yok gibi. Ama bunu yapmak anlamsız. Zira ben sizden farklı olarak, sosyal ve psikolojik bir olgu olan dinin gerekliliğine, zorunluluğuna ve aşırılılığa kaçmadan yaşanmasının yararına inanıyorum. Bu yüzden "Türkiye'de en tehlikeli şey Sünnilik, dünyada da ise Müslümanlık. Bunlar bir şekilde bertaraf edilmeli" biçimindeki değerlendirmeniz de benim açımdan kabul edilemez. Sünnilik Türkiye için, Müslümanlık da dünya için tehlikeli değildir, sadece bazı çıkar grupları bu toplumsal değerleri suiistimal ediyor, terörize ediyor. Tehlikeli olan budur. Sorun dinde değil, dini siyasete alet edenlerde, dini devlet politikası yapma anlayışında.

Yasa koyucular anayasaya zorunlu din (Sünnilik) dersini koymasalar, Sünni vatandaşlar kalkıp da bizi Sünni olmaya zorlamazlar, bize saygı duyarlar.

Nitekim yüzyıllardır Hatay'da Alevi-Sünni-Hıristiyan bir arada yaşıyoruz, sorun çıkmıyor. Yani bizim için sorun olan şey Sünni kardeşlerimiz değil, bizi asimile etmeye yönelik devlet politikası. Bilim adamları da buna karşı çıkmıyor, tersine aktif ya da pasif şekilde bunu destekliyorlar. Dine saygıyı ifade eden çok güzel Arapça bir söz var, yazı bilmediğim için size yazamıyorum (Aşağı yukarı söyle: Kill min ‘alâ dînu Alla yi‘înu – Herkesin dini kendine). [كل من على دينه الله يعينه – Her kim kendi dinine sarılırsa Allah onu güçlendirsin. H.M.]

Ben keza sizden farklı olarak, din değiştirmelere de karşıyım. Çünkü hiç kimse durduk yerde din değiştirmez. Bana göre din değiştirmenin ya sosyal ya da psikolojik nedenleri vardır. Sosyal açıdan baktığımızda, maddi olanaksızlıkları, çevre baskısını, siyasi baskıları vs. bunun nedenleri arasında sayabiliriz. Psikolojik açıdan baktığımızda, din değiştiren kişinin inanç/kimlik bunalımı yaşadığını, ruh sağlığının yerinde olmadığını iddia edebilirim.

Yetkililerin uygun görmesi durumunda (?!) Sintoizme ya da Protestanlığa (ya da x dinine) geçiş yapılması öneriniz bir çeşit zorunlu ve yasal kılıfa sokulan misyonerlik olmanın ötesinde, bana çok yapay ve gerçeklerden uzak geldi. Ciddi olduğunuzu kabul etmekte zorlanıyorum. Ciddi olsanız da, zaten size hiç katılmıyorum, size katılmamayı (görüş ayrılığımızı) bu yüzden karşılıklı bir zenginlik olarak görüyorum.

Siz toplumda gönüllü bir "din değiştirme eğilimi" seziyor musunuz? Ben sezmiyorum. Seziyorsanız, o zaman misyonerliğin bir ihtiyaç olduğu sonucuna varmak ve bunu desteklemek gerekir ki, bu benim anlayışıma taban tabana aykırıdır. Ben yasal kılıfı olsun ya da olmasın, başkalarına başka bir dini kabul ettirme eğilimlerini/çalışmalarını reddediyorum.

Keşke yazınızın tümünü mailime gönderseniz de, size karşı önyargılı olma iddianızda yanılıp yanılmadığımı, yanılmışsam ne kadar yanıldığımı görebileyim. Bunu sizden rica ediyorum.

Basına yansıyan biçimiyle yazınızın Alevilik ekseninde olmadığını ben de gördüm. Ancak önemli olan yazınızın bu eksende olup olmaması değil. Yazıda Adana (Arap) Alevilerinin terör örgütü PKK'ye benzer biçimde potansiyel bir tehlike oluşturduğu savunulmuyor mu? Dolaylı olsa bile, yazıdan bu da anlaşılıyor. Bu görüş, bize bir hakarettir. Bunu yalnız ben değil, diğer arkadaşlar da böyle anladı. Siz gerçekten yazınızda bunu söylemek istemiyorsanız, demek ki kendinizi yanlış ifade etmişsiniz ya da yazınızı basın çarpıtmıştır. Dedim ya, özellikle PKK ile Arap Aleviliğinin aynı

bağlamda anılması ve benzetme yapılması kabul edilemez. Bu herkesi çok çok rahatsız etti.

Selam ve saygılarla

Arap Alevi Bir Öğretim Üyesi