Pazar, Ağustos 14, 2011

Teravih ve Diyanet

Diyanet Başkanlığı Teravih ile alakalı bir açıklama yapmış. (Metni okumak için tıklayabilirsiniz) Açıklamadan evvel bazı ilahiyatçıların konu ile ilgili bir tartışmaları vardı. Genel olarak söylenen, sonradan Teravih adı verilen gece namazı, Sünni hadis kitaplarına göre, Peygamberimiz tarafından sadece ramazanda değil her gece kılınıyodu. Bunun cemaat ile kılınması adet olmaya başlayınca Peygamber, evlerinize gidip evinizde bu namazı kılın demiş.

Buhari'nin Sahih adlı kitabında bu şöyle aktarılmış:

"Âişe yeğeni Urve'ye şöyle haber vermiştir: Rasûlul­lah bir gece, gecenin ortasında çıktı da mescıdde namaz kıldı. Bir takım insanlar da O'nun namazına uyup beraberinde namaz kıldı­lar. Sabah olunca insanlar geceleyin Peygamber'in mescidde namaz kıldırdığını konuştular.Bu haber yayılınca ertesi gece, birinci gecekiler-den daha çok insan toplandı ve Peygamber'in beraberinde namaz kıl­dılar. Sabah olunca insanlar bunu yine aralarında konuşup yaydılar. Üçüncü gecede mescid halkı iyice çok oldu. Rasûlullah yine çıkıp na­maz kıldı; insanlar da O'nun namazına uyup namaz kıldılar. Dör­düncü gece olunca mescid, toplanan insanları almaktan âciz oldu.

(Rasûlullah o gece namaza çıkmadı.) Nihayet sabah namazım kıldır­mak için çıktı. Sabah namazını kıldırınca yüzünü cemâate karşı yö­neltti ve hutbe başlangıcı olarak şehâdet kelimelerini söyledi, sonra "Amma ba'du" hitâb faslı ile başladığı hutbesinde bu gece namazı­na çıkmamasının gerekçesini şöyle açıkladı: "Şu muhakkak ki, sizin mescidde toplanmanız bana gizli olmamıştır. Şu kadar ki gece na­mazı üzerinize farz kılınır da sonra onun edasından âciz kalırsınız diye korktum" buyurdu.

ez-Zuhrî [Urve'nin ogrencilerinden bir ravi]: Nihayet Rasûlullah vefat etti. Ramazân namazı işi, ev­lerde kılınmak üzere devam edip durdu, dedi."


Burada sözü geçen namaz teravih namazı değil. Daha sonra teravih ile alakalı bir polemik ortaya çıktığında, peygamberin esasında bu namazı kendi kıldığına dair bir delil olarak sunuluyor. Esasında Diyanet'in açıklamasında ifade edildiği gibi kıyam ül-leyl -- yani gece namazı, Peygamber'in kılıp da sonradan cemaatla kılınmasının yasaklandığına dair delil getirilen.

Buhari Sahih'inde (Melikb. Enes'in Muvattası'ndan alınmış) bir de şu nakil var.

Mâlik, Zuhri'den; o da Urve ibnu'z-Zubeyr'den; o da Abdurrahmân ibn Abdin el-Kaarî'den rivayet etti. Abdurrahman şöyle dedi: Bir ramazân gecesi Omer ibnu'l-Hattâb'ın beraberinde mescide çıktım. Bir de baktık ki, insanlar yalnız ve dağı­nık topluluklar hâlinde terâvîh namazı kılmaktalar. Kimisi kendi ba­şına yalnızca namaz kılıyor, kimisi de namaz kılıyor ve bunun namazına bir kısım insanlar uyup namaz kılıyordu.

Omer: Ben zannediyorum ki, bu dağınık olarak namaz kılan in­sanları bir tek okuyucu imâmın arkasında toplarsam daha faziletli olacak, dedi. Sonra buna kat'î olarak karar verdi. Ve akabinde (er­tesi günü, hicretin .14. senesi içinde) o insanları Ubeyy ibn Ka'b'ın (terâvîh imamlığı) arkasında topladı (Böylece terâvîh namazı cemâ­atle kılınmağa başlandı). Sonra diğer bir gece yine Omer'in berabe­rinde mescide çıktım. İnsanlar okuyucu imamlarının namazına uyup namaz kılıyorlardı. Omer bu manzarayı görünce: "Ni'me'l-bid'atu hâzihi (= Şu terâvâhin böyle cemâatle kılınması ne güzel âdet oldu)" diye sevincini belirtti ve: "Fakat bu namazlarını gecenin sonuna bı­rakıp da bu namazdan sonra uyuyanlar, şimdi namaz kılanlardan daha faziletlidirler" sözünü de ilâve etti. Omer, terâvîhi gecenin sonunda kılmayı kasdediyor. İnsanlar ise terâvîhi gecenin evvelinde kılmakta idiler.


Yine aynı ravilerden (Zuhri - Ürve'den) gelen bu rivayet açık bir şekilde Teravih namazının topluca kılınmasının Ömer'in sünneti olduğunu ortaya koyuyor. Diyanet'in açıklamasında şöyle problemler var. Evvela teravih namazı yoktur demeyi bir fitnecilik olarak addetmesi. Afrika'ya yardım için seferber olmuş bir toplum, aziz milletimiz gibi tabirler ile süslenmiş bir yazıda teravih namazını yasaklama suçunu (madde 9) Fatimiler'in üzerine atıyor, 'bu mezhepsel, ideolojik bir yaklaşımdı' diyorlar, sanki Sünnilik mezhep değilmiş de hakikatin ta kendisiymiş, Şia ve farklı kollarının tek fonksiyonu da İslam tarihi boyunca böyle fitnelere çıkarmakmış gibi...

İkinci olarak Ömer'in sünnetini Peygamber'in sünneti ile özdeşleştirme çabası. İlk iki-üç yüzyılda yaşamış Sünni alimler (Malik b. Enes örneğin) sahabenin ve halifelerin sünneti ile Peygamber sünneti arasındaki bu ayrımı çizebilmişken bile, bugün 1400 yıllık Sünni geleneğinin değiştirdiği kabuklar ve dönüşümleri anlayamama özürünü belgeliyor Diyanet bu yazılarıyla.

Aleviler (Arap Aleviler ve Oniki imamcı diğer tüm Aleviler) ve Şia bu ayrımın farkında olarak bu tezatı zaman zaman dile getirirler, ve bu iki sünnet arasındaki farka işaret ederler. Pek çok ramazanda bu konuşulur.

Diyanet "bugunku teravih namazlari Ömer'in sünnetidir, biz de gelenek olduğu üzere, ve de ramazanın zaman icerisinde kazanmış olduğu bu hüviyet üzere Teravih namazının topluca kılınmasında bir sakınca görmüyoruz" diyebilirdi.

Teravih namazına karşı çıkanları fitnecilik ile suçlamayabilirdi, mevcut uygulamayı Peygamber'in hak sünnetinin altında saklamaya çalışmayabilirdi... İnsanlar yine namazlarını kılarlar ama hiç olmazsa mevcut gerçeklikle barışık olarak, bunun arkasında bir komplo aramayarak. Netice de namaz kılmanın elbette bir günahı yok :) ama Peygamber'e ait olmayan bir eylemi ona atfetmekte var...

Vel-hasil-i kelam, ramazani, namazi/namazlari, dini ve inanclari polemiklestirmeden, hakiki muhabbetle kılınan tüm namazları inşallah Allah kabul etsin diyoruz, bunu temenni ediyoruz...


Salı, Ağustos 09, 2011

Barış melekleri: Angelina ve Davutoğlu


Ve barış meleği Angelina bizim topraklara geldi. Sansasyon oldu: New York'tan Tokyo'ya Lüksemburg'tan Kongo'ya bütün dünyanın dikkati bir anda Antakya'ya çevrildi. Mülteci krizine, Suriye`den kaçan insanların dramına çevrildi gözler. Ama Angelina'nın gelişi ile ilgili pek kritik yazılar yazılmadı. Vatan Gazetesi'nden Müge İplikçi bu konuyu ele aldı, bir de Yenişafak'tan Fatma Barbarasoğlu.
Bağlantı
İki yazıda da kritik bir gözlük takarak aynı şeyi dile getirdiler. Angelina'nın gelişi bir "Amerikan" pazarlama stratejisiyidi, mevcut durumu kendi kurguladığı çerçevenin içinde paketleyen bir pazarlamataktigi. Ve tabi ki hiçbir yazı Türkiye'nin bu paketleme stratejisindeki rolünden ve katkısından bahsetmedi...

Bu paketleme hamlesinden daha önemli olan ve kimsenin dile getirmediği önemli bir noktada daha vardı elbet. O da, Türkiye'nin genel olarak mülteci krizinin büyümesindeki heveskarlığı ve davetkarlığı... Türkiye kendi sınırında mülteci krizi büyüdükçe, bölgedeki cömert-hayırsever delikanlı imajını büyütmek için elinden geleni yaptı, ve dramayı arttırabildiği kadar arttırdı... (Mesela bakiniz Hukumet kanadindan bir kurumun TOKI reklami gibi alli-balli haberine) Çünkü ortaya çıkan mülteci krizi mevcut hükümetin elini güçlendiriyordu, Suriye krizinde, Türkiye'yi sorunun bir numaralı muhatabı, sorunun bilfiil mağduru yapıyordu, en azından Türkiye`ye bu mağdur elbisesini muntazam bir şekilde giydiriyordu. Angelina'nın gelişi, Türkiye'nin hevesle soyunduğu bu gösteriye etkili bir "mercek" görevi gördü, Angelina`nın gelişi DIşişleri Bakanlığının bir hayli yüzünü güldürdü.

Bu imaj yönetiminde, Türkiye'nin de artık gösterinin bir parçası olduğunu kimse görmedi, söylemedi, durumu görüp de biraz olanlar, bir garabet hissetenler ise gömleği yanlış adres Amerika'ya giydirdi.

Hiçkimse Clinton ile Davutoğlu arasındaki tüm görüşmelerde sürekli altı çizilen, anahtar kelime olarak defalarca dile getirilen stratejik "model ortaklık"tan bahsetmedi (bkz. en son 16 Temmuz 2011), bu ne demek demedi, nasıl oluyor, nasıl uygulanıyor diye düşünmedi...

Türkiye`nin son yıllarda İran-Suriye ittifakı ekseninde dans ediyordu ve bu dans artık sona erdi. Amerika'ya karşı verilen gözdağı tuttu, model ortaklık çerçevesinde Türkiye artık çok daha büyük dansların hülyasına kavuştu. Müslüman dünyayla kurulan dayanışma (son iki yılda sürekli dile getirilen İran ve Suriyeyle sorunsuz komşuluk ilişkileri) bir anda kendini yeni bir söyleme gark etmeye başladı. Ezilen Sünni Çoğunluğun haklari ve bu hakların gerçekhamisi olan büyük Abi Türkiye! Yeri geldiğıi zaman Müslüman, yeri geldiği zaman Sünni olmayı seçen bir söylemle, dış politikadaki kaygan zeminde kıvrak kalça hareketleri ile saf değiştiren Türkiye Dış politikası, mülteci krizinden elde ettiği meyvelerini toplamak için bugün Şam'daydı. Ne de olsa sınırlarımıza yığılan mülteciler artık bizim iç meselemizdi...

Ve Angelina'nın Antakya ziyaretinin bir ay sonrasında Davutoğlu'nun barış elçisi vazifesiyle ikame ettiği ziyaret esasen iade-i ziyaret hüviyetindeydi . Amerika`ya iade edilen...

Hal Böyleyken, mezhep farklılıklarının sınırlarını kalın kalın çizmeye başlayan, Suriye'deki hükümeti mezhep gerekçelerinden ötürü daha dün Müslüman kardeşiyken bir anda "Şia tehditi" olan bir çerçeveye mahkum eden yazılar arttı. (Bknz. Bülent Kenes: Suriye'de yaşanan katliamlarda İran'ın rolü/Semih İdiz: İran konusunda Gözler açılıyor) Nuray Mert'in bugünki yazısı durumu çok güzel özetliyor.

Velhasıl, Suudi Arabistan'a sıra ne zaman gelecek merakla bekliyoruz. Bakalım o zaman dış politika hangi göbek danslarını atmaya başlayacak. Sünni söylemin alternatifi, Mevlanacı söylem mi olacak acaba, Vahhabi İslam'ini yerden yere vuran, bu kez tasavvuftan dem vuran....

Siyaset adamları hangi taklaları atarlarsa atsınlar, ister önce kardeşlikten, sonra müslümanın dik duruşundan, daha sonra Şii tehditinden dem vursunlar, biz bir amcamıza, derviş yürekli bir şeyhimize sorduk. "Ya 'ammi bu Suriye'de dökülen kanlar, bu öldürülen insanlara yapılanlar günah mıdır değil midir". "Ye-bni, oğlum" dedi, "iy-wallah günahtır, hem de çok günahtır."
Kanın durmasını istiyor ve, yurekten temenni ediyoruz. Ama görünen o ki, kan dursun diyen aktörler, çok başka hesapların peşinde koşuyorlar, ve ellerindeki tuttukları barış oklarını baska canlar yakmak icin doğrultuyorlar ...